İnternet Tarihindeki İlk Blog Sayfası.

Yıl 1994: İlk Blog Yazısı ile Tanıştık!:

Tbt’nin hakkını verecek bir konudan bahsedeceğiz: Blog yazıları. Bundan 14 sene öncesine gidiyoruz ve ilk blog ile tanışıyoruz. Sıkı tutunun!

 

1994 yılında bir üniversite öğrencisinin aklına gelen fikri uygulaması ile ortaya çıkan bloglar bugün sadece şahıslar için değil, markalar için de büyük öneme sahip. Ama onlar için ne kadar önemli ve başarısı defalarca kanıtlanmış bir dijital pazarlama aracı olduğuna değinmeden önce bu kanalı bize açmış olan Justin Hall ile hikayeye başlayalım.

 

Swarthmore Collage Günlüğü

 

Justin Hall, 1994 yılında ilk blog yazısını yayınladı. Links.net üzerinden yayınlamaya başladığı yazılarda ise öğrencisi olduğu Swarthmore Collage’daki okul hayatından bahsediyordu. Bu platformda yalnızca yazılarını paylaşmakla kalmıyor, aynı zamanda internette rastlamış olduğu ve beğendiği web sitelerinden de alıntılar yapıyordu. Justin’den sonra başka birçok insan kişisel hayatlarını paylaştığı bloglar açmaya başladı. Hepsi kişisel içeriklere sahip olan bu sayfalar bir bakıma “günlük” görevi görüyordu demek yanlış olmaz. Ancak ilk kez 1997 yıılında Jorn Barger sayesinde “Weblog” terimi dijital dünyada yeni bir şeyin varlığını tam olarak tanımlamaya olanak tanıdı.

 

Kişisellikten Kurumsallığa Doğru

 

Anlaşıldığı gibi bloglar kişisel birer girişim olarak ortaya çıktı. Bu platformların tanınması ve kullanılmaya başlanması önce bireyler tarafından gerçekleştirildi. Ancak bireysel olan her başarılı gibi kurumsal bir çizginin de dokunuşlarını görmek mümkün olmaya başladı. İnsanların tek tek kişileri takip edebiliyor olması markaların ve kurumların da dikkatini çekmeye başladı. Özellikle yazdıklarını ve paylaştıklarını devamlı takip ettirebilen ve Influencer çatısı altında var olan Bloggerlar ile birlikte çeşitli blog stratejileri de oluşmaya başladı. Peki, markalar için gerçekten blogların önemi nedir?

 

Bloglar Size Ne Kazandırır?

 

Bu sorunun pek çok cevabı var ama en çarpıcı rakamla cevaplayalım; Tech Client’in istatistiklerine göre blog sahibi olan markaların Google’da üst sıralarda yer alma ihtimali, blogu olmayan markalara göre %434 daha fazla. Bu makro olasılık farkının bir diğer sebebi de insanların bloglara güven duyuyor olması. Blog sayesinde içerik pazarlaması yaparken çok daha geniş çapta bir alan kazanmış olmanız markanızın hedef kitlesine, onların sorunları ve ilgi alanlarına yönelmenize olanak sağlar. Ayrıca rakiplerinizden sizi ayıran nitelikler için de adeta bir vitrin görevi görür.

 

Blogların dijital kazanımları da marka için oldukça yüksek oranda. Çünkü Google’ın üst sıralarında yer almak demek bugünkü internet kullanıcı alışkanlıklarını da uyum sağlamak demek. Bugün kullanıcıların %75’i Google aramalarında sayfanın aşağılarına kadar inmiyor. Üst sıralardaki linklerden fazlasına göz atma gereği duymuyor. İyi bir SEO çalışması, doğru anahtar kelime planması ve hedefleme gibi konulardaki stratejilerinizi blog ile desteklemek sizi Google ve diğer arama motorlarında üst sıralara taşır ve bu sayede web sitenize daha çok trafik çekmek mümkün olur.

 

Bloglar, markaların sosyal medya hesaplarındaki içerik planlamalarına da entegre olabilir. Çok daha ciddi ve açıklayıcı uzun metinlere sosyal medyada yer verilemiyor. Mecraların dinamiği ve kullanıcı alışkanlıkları sosyal medyada uzun metinler paylaşılmasına izin vermiyor. Ancak kısacık metinlerle hedef kitlesini her şeyi detaylıca açıkladığınız blog yazılarına yönlendirebilirsiniz. Bu sayede hem sosyal medyanın kısıtlı içerikleri ile sınırlı kalmaz hem marka, ürün ya da hizmetlerinizi kapsamlıca açıklar hem de web sitenize trafik sağlarsınız. Aslında blogların sağladığı faydalar bunlarla da sınırlı değil. Daha pek çok fayda sağlayacağınız bloglar yeni yıla girerken artık dijital pazarlama stratejilerinizde iyi bir rol oynamalı. Ne de olsa 1994 yılında bireysel paylaşımlar ile açılmış olan bu kanalın şimdi en büyük markalarda bile kullanılıyor olmasının bir sebebi var.

Konserve Kutusunu Kim Buldu?

Teneke kutular - Vikipedi

Neredeyse herkesin gün içinde karşılaştığı veya kullandığı bir eşyadır konserve kutuları. Bu gün konserve kutularını kimin, ne zaman ve neden bulduğunu öğreneceğiz, öyle ise vakit kaybetmeden başlayalım…

 

1749-1841 yılları arasında yaşayan Nicolas Appert , Napoleon Bonaparte’ın isteğiyle Fransa Ordusu’nun yiyecekleri taze tutmak için vakumlamış şişeler tasarladığı sırada 1810’da teneke kutu için patenti Peter Durand adlı bir İngiliz tüccar aldı.

 

Hemen sonra 1813’te John Hall dünyadaki ilk ticari madeni kutulama fabrikasını açtı. Ancak üretim yavaş ve meşakkatliydi; saatte yalnızca yarım düzine kutu üretebiliyordu. Henry Evans, üretimi saatte yaklaşık altmış adede çıkarak bir makine icat edinceye kadar aradan otuz üç yıl geçti. Fakat bu ilk teneke kutular kullanışsızdı ve rağbet görmüyordu. Her şeyden önce kalın ve ağırlardı ve açmak için çekiçlenmeleri gerekiyordu. Kullanıcı yönergelerinde çekiç ve keski kullanılarak açılması söyleniyordu.
Bu 1858’e kadar böyle devam ettikten sonra teneke kutular inceldi ve kutuları açmak için özel aletler üretildi. İlk kutu açıcısının patenti 1858’de Connecticut Waterbury’de Erza Warner tarafından alındı ve seri üretim tam da Amerikan İç Savaşı döneminde başladı. O sıralarda askerlerin istihkakı düzenli olarak teneke kutularda veriliyordu ve savaşın ileriki yıllarında meşhur hâle gelen salamura sığır eti konservesi düzenli olarak tedarik ediliyordu. 1865’te savaşın sonlarına doğru “sığır kafası” açıcısı icat edildi ve tüm birliklere dağıtıldı. İlk teneke kutunun icadından tam elli yıl sonra nihayet teneke kutu açıcısı da icat edilmiş oldu.
Bunlar hızla gelişti ve bir yıl sonra J. Osterhoutd, kapağına iliştirilmiş açma anahtarı sayesinde üstteki ince teneke yüzeyinin kolayla çekilip çıkarılabildiği bir teneke kutu tasarımı için patent aldı. Sonra 1870’te William Lyman bir tekerlek yardımıyla kapak kenarında dönerek kapağı kesip çıkarak klasik teneke kutu açıcısını tasarladı. Fakat San Francisco’daki Star Teneke Kutu Şirketi’nin bu tekerleklerden birine “itme tekerleği” denilen ve kapağı keserken kutunun kenarını kavrayan dişli bir uç eklemesi yarım yüzyıl sonra oldu. Bugün hâla yaygın olarak kullanılan tasarım da budur. İnanılır gibi değil ama aynısının elektrikli modeli dışında bu temel tasarımı ilerletebilen çıkmadı. Sonuçta, teneke kutunun icadından sonra kullanışlı bir teneke kutu açıcısının seri üretilmesine kadar bir asırdan fazla zaman geçti.

Basketbol nedir?

Basketbol ve 2300 Yıllık Basketbol Tarihi

Basketbolun doğuşu ile ilgili aynı kişiye ait birkaç farklı hikaye bulunuyor. Tüm hikayeler James A. Naismith’e ait ve onun spora olan tutkusunu gösteriyor. Kanada doğumlu Naismith, 1861 ve 1939 yılları arasında yaşamış ve hayatını spora adamış bir mucit. Montreal’de üniversite okurken Kanada futbolu, futbol ve jimnastik dallarında okuduğu okulu temsil ediyor ve başarı kazanıyor. Üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Massachusetts’teki YMCA Uluslararası Eğitim Okulu’nda fizik eğitmeni olarak göreve başlıyor.

Bir Kabile Oyunu

Basketbol tarihi aslında Naismith ile değil, Maya Uygarlığı ile başlıyor. Meksika’nın güneyi, Honduras, Guatemala ve Belize’nin kuzeyinde kalan coğrafyada, M.Ö. 300 ile M.S. 1500 yılları arasında hüküm sürmüş Maya Uygarlığı’nın oynadığı bir oyuna dair kalıntılar bulunuyor. Bu oyunun adının Tlahiotenie olduğu da kalıntılardan edinilen bilgiler arasında. Bu oyun, bugünkü basketbol oyununu andırıyor. Bugünkü basketbolun en az 5 katı büyüklükte bir sahada oynanan oyunda, 4 metrelik mermer duvarlar üzerinde, yere dik yarım metre çapındaki çemberler yer alıyor. Maya medeniyeti kalıntıları arasında Tlahioteine potasına da rastlandığı için bu bilgilere de ulaşmak mümkün. Günümüzde, basketbol tarihçesi Maya Uygarlığı ile yaşıt olarak görülüyor.

Tlahioteine’den Sepet Topuna

Bir inanış, Naismith’in basketbolu Maya Uygarlığı zamanında oynanan bu oyundan esinlenerek bulduğu yönünde. Naismith, potayı yere dik değil, paralel konuma getirerek atılması daha kolay şekilde tekrar dizayn ediyor. Pota ve saha boyutlarını da modern insan boyutlarına göre küçültüyor ve saha içinde koşma, potaya zıplama gibi hareketlerin daha az yorucu olmasını sağlıyor.

Sepetlere Futbol Topu

James A. Naismith, futbol oyuncuları, kışın kondisyonlarını sürdürebilecekleri bir egzersiz arayışı içindeyken sporculara bir sepet içine futbol toplarını atmalarını söylüyor. Sepetlerin içine atılan toplar, zaman içinde İngilizce “sepet” ve “top” kelimelerine karşılık gelen “basket” ve “ball” birleşimi bir oyunun ortaya çıkması şeklinde evriliyor. Önce sepetin altı kapalıyken zaman içinde sepetin altı çıkartılıyor ve topların, sepetten geri alınması zahmeti ortadan kaldırılmış oluyor.

Basketbol Tarihinde Uygulanan İlk Kurallar

Basketbolun tarihsel öyküsü ne olursa olsun, günümüzde kitleleri peşinden sürükleyen önemli bir spor dalı olduğu bir gerçek. İlk basketbol takımları 7’şer kişiden oluşuyor, iki rakip takım arasında maç yapılıyor ve 15’er dakikalık 2 devre halinde oynanıyor (Bazı kaynaklarda ise 20’şer dakikalık 3 devre halinde oynandığı yazıyor). Basketbolun tarihi gelişimi içinde, çeşitli kurallar eklenerek ya da değiştirilerek ortaya çıkan ilk kurallar ise şöyle sıralanıyor:

  • Top, herhangi bir yöne doğru atılabiliyor ve atışlarda bir ya da iki el kullanılabiliyor.
  • Bir ya da iki elle tutulan top, atılırken herhangi bir yönde çarptırılabiliyor.
  • Oyuncu, elinde top ile koşamaz. Topu yakaladığı yerde durarak pas atması gerekiyor. Ancak oyuncu, iyi bir hızda koşuyorsa ve o anda topu yakaladıysa bu kural göz ardı edilebiliyor. (Bu kural, şimdiki steps’e benziyor)
  • Topu tutarken sadece eller kullanılabiliyor. Kol ile vücut arasına yerleştirilip oyuna böyle devam edilemez.
  • Oyuncu rakibe omuz atarsa, tutarsa, iterse ya da çarparsa yasaklı bir hareket yapmış oluyor. Bu hareketin ilk defa yapılması faul, tekrarında da oyuncunun, bir sonraki sayı atılana kadar oyundan çıkması gerekliliğini doğuruyor. Eğer oyuncu bilerek yaralamaya teşebbüs ettiyse oyundan atılıyor. Yerine başka bir oyuncu da alınmıyor.
  • Topa yumrukla vurmak da kural 3 ve 4’ün ihlali anlamına geliyor.
  • Takım, birbirini takip eden üç faul yaparsa rakip takıma bir sayı yazılıyor.
  • Top, saha içinden potaya atıldığında ve sepetten geçtiği zaman sayı oluyor. Top, sepetin kenarında kalır ve rakip topa dokunursa da sayı oluyor.
  • Saha sınırlarının dışına çıkan top, dışarıdan tekrar sahaya sokuluyor. İlk topa dokunan oyuncu oynamaya başlıyor. Anlaşmazlık olursa hakem topu sahaya sokuyor. Topu sahaya sokacak oyuncunun 5 saniye hakkı bulunuyor. Oyunu geciktiren oyuncu için faul kuralları uygulanıyor.
  • Art arda üç faul yapılıp yapılmadığını yardımcı hakem takip ediyor. Üç faul art arda yapılırsa hakeme bilgi veriliyor.
  • Hakem, topun ne zaman oyuna gireceğine, sınırlara ve topun hangi takıma ait olduğuna karar veriyor. Aynı zamanda süreyi tutmaktan da sorumlu tutuluyor. Sayıya karar veriyor ve atılan sayıların hesabını tutuyor.
  • En çok sayı atan taraf, kazanan ilan ediliyor. Beraberlik olursa kaptanların anlaşması ile başka bir sayı yapılıncaya kadar maç devam ediyor.

Basketbolun Tarihi Gelişimi

Basketbolun tarihçesi içinde profesyonel lig uygulaması ve maçların başlaması 1898 yılına denk geliyor. Amerika’da başlatılan bu lig içinde altı takım bulunuyor ve 1904 yılında sona erdiriliyor. 1946’da Basketball Association of Amerika (BAA) kuruluyor. 1949 yılında rakibi olan National Basketball League (NBL) ile birleşiyor ve günümüzün rekabet seviyesi en yüksek, en popüler ve en zengin ligi olan NBA, National Basketball Association kuruluyor. Basketbol, Avrupa’da hızla gelişiyor. İlk uluslararası maç, 1909 yılında St. Petersburg’da oynanıyor. Mayak Saint Petersburg, Amerikan takımı olan YMCA’i yeniyor. Avrupa’da çok sevilen bu spor dalı, büyük etkinliklere de sahne oluyor. İlk büyük Avrupa basketbol etkinliği, 1919 yılında Joinville-le-Pont, Fransa’da düzenleniyor. Bu etkinlikte ABD, İtalya ve Fransa’yı yeniyor. İtalya ve Fransa arasında yapılan maçta da İtalya kazanıyor. Böylelikle basketbol, Fransızlar ve İtalyanlar için popüler bir oyun haline geliyor. 1900’lü yıllarda, kadınlardan oluşan basketbol takımları da kuruluyor ve karşılaşmalar yapılmaya başlanıyor. 1932 yılında uluslararası bir kuruluş olan FIBA hayata geçiriliyor. Böylelikle kurallar standardize ediliyor ve tüm dünyada aynı kurallar uygulanmaya başlanıyor.

Türkiye ve Basketbolun Tarihçesi

Türkiye’de basketbolun tarihçesi kısaca çok hızlı gelişti, demek mümkün. İlk basketbol oyunu, 1904 yılında Robert Kolej’de oynanıyor. 1911 yılında ise Galatasaray Lisesi’nde, kuralları bilen ve oyuna hakim takımlar kuruluyor. İlk ciddi girişim, 1919 yılında oluşuyor ve ülkemizde basketbolun tarihi resmi anlamda başlamış oluyor. 1920’li yıllarda Türkiye’de basketbol sahalarının sayısı artmaya başlıyor. 1925 yılında İstanbul Basketbol Mıntıkası kuruluyor. 1927 yılında da ilk basketbol şampiyonası organize ediliyor. 1933 yılında, içinde Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, İstanbulspor ve Hilal takımlarının olduğu ilk lig kuruluyor. 1934 yılında ligler, Spor Oyunları Federasyonu çatısı altına giriyor, 1959 yılında da Basketbol Federasyonu kuruluyor. Günümüze kadar süren karşılaşmalarda heyecanlı dakikalar, kimi zaman zaferle kimi zaman da yenilgiyle biten sonlarla tamamlanıyor. Ancak basketbol heyecanı, yeni nesillere de aynı şevk ve keyifle aktarılıyor. 2010 Dünya Şampiyonası İkinciliği, kulüpler seviyesinde kazanılan Avrupa şampiyonlukları ile basketbol, ülkemizde en çok sevilen spor dallarından birisi olarak haklı yerini uzun süre koruyacağa benziyor.

 

Dünyanın İlk Şarkısı !?

Dünyanın bilinen en eski şarkısı (literatürde geçen adıyla “Bir Hurri İlahisi”), 1950′li yılların başında Suriye’nin kuzeyine rast gelen Ugarit şehrinde bulunan ve milattan önce 14. yüzyıla dayanan toprak tabletlerden çıkmış. California Üniversitesi’nde Asuroloji profesörlüğü yapan Anne Draffkorn Kilmer ise şarkının yukardaki yorumunu üzerinde tam 15 yıl çalışarak 1972 senesinde üretmiş.

 

Alfabe Nedir? İlk Alfabeyi Kim Buldu?

Alfabeyi Kim Buldu

Alfabe bir dildeki sesleri karşılayan işaretlerin belli bir sıraya göre dizilmesinden meydana gelen harfler topluluğudur. Yazının kökeni bir çok bilinmeyenle dolu olsa da, ilk alfabenin kim tarafından bulunduğu daha karışıktır. Biline  bir gerçek alfabenin eski Yunanlılar yoluyla dünyaya yayıldığıdır. Alfabe kelimesi Yunan dilinin ilk iki harfi olan alfa ve beta’dan türemiştir ama alfabenin Yunanistan’da ilk kez nasıl ortaya çıktığı, Yunanlılar’ın sesli ve sessiz harflere harf eklemeyi nasıl akıl ettikleri ve daha da temelde, ilk alfabe fikrinin İÖ 2. binyılda Akdeniz’in doğu ucundaki Yunan-öncesi topluluklarının akıllarına nasıl geldiği konusunda hiçbir bilgi bulunamamaktadır.

Bilim adamları bu sorulara yaşamlarını adamışlarsa da, elde edilen kanıtlar kesin sonuca varmayacak kadar azdır. Alfabe Mezopotamya (çivi yazısı), Mısır (hiyeroglif) ve Girit yazılarından mı (Lineer A ve B) çıkmıştır? Yoksa bilinmeyen bir tek kişinin aklına “öylece” mi gelmiştir? Ve alfabe neden gerekli görülmüştür?

Bu, en yakın olasılık gibi gözüken, ticari bir zorunluluk muydu? Diğer bir deyişle, ticaret, Babil çivi yazıları ve Mısır hiyerogliflerinde daha kolay bir alışveriş kayıt yolu mu gerektirmişti? Ya da Akdeniz çevresinde birbirleriyle ticaret yapan çeşitli imparatorlukların ve grupların dillerini yazmanın kolay bir yolu olduğu için mi?

Eğer öyle ise, Yunanistan’ın ilk alfabetik kitabelerinde ticaret ve alışveriş konusunda hiç iz olmaması şaşırtıcıdır. Gerek bu gerek diğer fikirler bazı araştırmacıları Yunan alfabesinin İÖ 8. yüzyılda Homeros’un sözlü destanlarını kaydetmek için icat edildiğini söylemeye götürmüştür.

Kazılardan elde edilen bilgilere göre en eski yazı şekli fil dişi üzerine kazılmış kaba resimlerdir. Bunların ilerlemesi ile hiyeroglif yazısına geçilmiştir. Neticede belirli işaretler, yapılan eşyaya delil sayılarak ses, harf olarak ortaya çıkmıştır. Bu şekilde sesin karşıladığı kelimeler daha çok resmi yapılmayan , zamir ve fiil gibi kelimelerde kullanılmıştır. Gerçekte Fenikeliler her türlü kelime için harfleri kullanmışlar ve ilk defa alfabeye ulaşmışlardır. Eski devirlerde kullanılan yazı ve benzerlerine ait işaretler, yapılan kazılarla ortaya çıkarılmış ve uzmanlar tarafından çözülmüştür.

Alfabetik olmayan Çin, Japon ve Hititler’in kullandıkları sistemlerde bazı işaretler vardı. Sümer, Asur, Babil yazı sisteminde ise çivi yazılı 4-5 vokal işareti bulunurdu. Eski İranlılar çivi yazısını 39 işarete indirerek alfabetik yazı sisteminin başlangıcını koydular. Eldeki bilgilere göre en ilkel alfabenin M.Ö. 2000 yıllarında kullanıldığı kabul edilmektedir.

Ancak son zamanlarda eski Mısır’daki yeni keşiflerle durum iyice karışmıştır ve şimdi Gardiner kuramının elden geçirilmiş bir şekli mümkün görünmektedir. Yale Üniversitesi’nden arkeolog John Co-leman Darnell ile karısı Deborah, 1999’da Güney Mısır çölünde eski seyahat yollarını araştırırken Thebes’in batısında Vadi el-Hol’da alfabetik yazıyı andıran örnekler bulduklarını bildirmişlerdir. Yazının tarihi ÎÖ yaklaşık 1900-1800’dür ki, bu da Lübnan ve İsrail’deki kitabelerden çok daha önce olmasıyla en eski alfabe yazısı olduğunu gösterir.

İki kısa metin, bir Sami yazısıyla yazılmıştır ve uzmanlara göre harfler Mısır yazısının yarı-bitişik yazı biçimine benzemektedir. Yazarın bir grup paralı askerle dolaşan bir katip olduğu sanılmaktadır (firavunlar hesabına çalışan pek çok paralı asker vardı).

Eğer bu kuram doğruysa, o zaman alfabe fikrinin Mısır hiyerogliflerinden esinlendiği ve Filistin’de değil, Mısır’da icat edildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu yeni kanıtlar da kesin değildir ve başka kitabelerin aranmasına devam edilmektedir. Alfabenin kökeni (ya da kökenleri) muamması henüz çözülmemiştir.

Türkçe’nin alfabelerine göz atacak olursak, çok farklı alfabeler kullanıldığını görürüz. 5-6. yüzyıllarda kullanılan Göktürk yazısı, Cermenler’in kullandığı rünik alfabeye benzer. 8-15 yüzyıllar arasında kullanılan Uygur yazısı, Arami alfabesinden türeyen Soyal yazısının son biçimlerinden biridir. Uzun süre Arap alfabesiyle yazılan Türkçe, Türkiye devletiyle birlikte Latin alfabesiyle yazılmaya başlanmıştır.

Türklerin tarih boyunca kullandığı alfabeler

Göktürk (Orhun) alfabesi

Göktürkçe yaz - Orhun tamgaları ile Göktürkçe yazın - erkinses

Metinleri Orta Asya’daki Orhun Nehri kıyısında bulunduğu için Göktürk veya Orhun ismi ile anılır. Orhun’da yerleşen Türkler tarafından kullanıldığı için de Türük, Türk Alfabesi denir. Türklere mahsustur ve Esik Kurgan yazısına benzer. Hunlar, Göktürkler ve sathi olarak da Asya ve Avrupa’ya yayılan Türk kavimleri, kullanmıştır. Bu alfabede resmin göze hitabettiği ve ses haline geldiği açıkça görülür. Göktürk alfabesi otuz sekiz harften meydana gelir. Dördü sesli olup, sekiz sesi karşılar, gerisi sessizdir. Ayrıca ok, ko, uk, ku, ük, kü, nç, nd, gibi heceler ayrı haflerle gösterilmiştir. Sesli harfleri, sessizler okutur. Sağdan sola doğru yazılır. Tonyukuk, Kül Tiğin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp, dikilen Orhun Abideleri bu alfabenin en önemli örneğidir. Bunlar ayrıca Türkçenin bilinen ilk yazılı metinleridir.

Uygur alfabesi

Türklerin Coğrafi ve Kültürel Etkileşimlerin Getirisi Olarak Bugüne Kadar  Kullandıkları Tüm Alfabeler - onedio.com

Göktürklerden sonra Türkistan’da devlet kuran Uygurlardan adını alır. Uygurlar ve Türkistan’daki Türkler kullandı. On sekiz işaretten meydana gelir. Dördü sesli, gerisi sessizdir. Harfler umumiyetle birbirine bitişiktir, çok defa başta, ortada ve sonda olmak üzere üç şekli vardır. Sağdan, sola doğru yazılır. Sekizinci asırdan, on ikinci asra kadar yaygın, on beşinci asra kadar mevzii bir
şekilde görülür. Bu yazının katiblerine, bakşı, bakşıgeri veya serbahşı adları da verilmiştir.

Arap alfabesi

Arap Alfabesi Nedir, Kaç Harf ve Özellikleri Nelerdir? Kur'an Alfabesi  Olarak da Bilinen Arap Alfabesi Yazılışı, Okunuşu ve Sırası

Türklerin topluca İslamiyeti kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçenin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır.  Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphaneve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur.

Kiril alfabesi

Kiril Alfabesi | Okeanos Tercüme

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hududları içinde yaşayan Türkler tarafından kullanılmaktadır. Kiril Alfabesi, ihtiyari olmayıp, Rus ve komünist emperyalizmin zoraki tatbikidir. Komünist idare Türklere tek bir alfabe kullandırmayıp, milli birliği bozmak için on sekiz Türk boyuna değişik işaretli alfabe kullandırmaktadır. Sun’i bir Slav alfabesidir. Otuz sekiz harftir. On biri sesli, gerisi sessizdir. Soldan sağa doğru yazılır. Kullanma alanı Rusya’daki Türkler içindir.

Latin alfabesi

Kazakistan'ın Latin harflerine uyarlanan yeni alfabesi tanıtıldı

Bu alfabe 1925 yılında ilk defa Azeri Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harfden meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir.

Türkler; Orhun-Türk, Uygur-Sogd, Arab-İslam, Kiril-Slav ve Latin alfabelerinden başka Sogd, Mani, Brahmi, Süryani, Rum, Slav vs. gibi alfabeleri de kısmen kullanmışlardır.

kaynak: https://www.ilkkimbuldu.com/alfabe/